Gece ve Adam



Bir rüyanın kıyısında bekleyen bir adamın hikâyesi bu. Ona ait olmayan rüyaların içinde kaybolmuş, döngüsü kırılmış bir dünyada, kahkahalarla dolu bir sahneye sırtını dönmüş biri… Cesurca özlemiş, hesapsızca yanmış, hatıraların ağırlığını omuzlarında taşımış.


Gece, onun sırdaşıydı. Gökyüzüne çizdiği sessiz harfler, yıldızlara anlatılan hikâyeler gibi savrulurdu karanlıkta. Bazı geceler içinden geçen fısıltılar bir rüzgâra dönüşür, bazen de yalnızca bir sükût olup düşerdi dudağından. Kaybolmuş bir rüyanın izinde yürürken, aklının kıyısında tutmaya çalıştığı tek şey onun hatırasıydı.


Bir parça aklında, çok parça içinde… İşte en çok da bu yüzden gecelere dargındı. Çünkü gece, içindekileri susturmazdı; aksine daha çok konuştururdu. Gözlerini kapattığında bile kaçamadığı bir yüz, her kapattığında biraz daha silinmesi gerekirken daha da belirginleşen bir siluet… İçine kazınmış bir hikâyenin en derin satırlarını, unutmamak için ezberlemişti adeta.


Kahkahalar, mutlu insanların dünyasına aitti. Oysa o, acıyan dünyanın çocuğuydu. Zamanın tersine döndüğü bir yerde duruyordu, ilerlemek ya da geriye gitmek mümkün değildi. Özlemek, bazen en büyük cesaretti. Çünkü özlemek, var olmayan bir şeyin eksikliğini hissetmekti.


Gözlerini uzaklara dikti. Gece ilerledikçe şehir daha da sessizleşiyor, sokak lambalarının solgun ışığı gölgeleri daha da uzatıyordu. Gölgesinin içinde bir hayal saklıydı. Yüzünü hatırlamak istemediği ama unutmaktan da korktuğu bir hayal…


Bazı insanlar yaşarken unutulur, bazılarıysa anıların içine hapsolur. O, ikinci gruptandı. Unutamayanlardan, hatıraların içinde yaşayanlardan… Hatırladıkça acıyan, acıdıkça daha çok hatırlayanlardan. Bir parça aklında, çok parça içinde taşıdığı biri vardı.


Gecenin içinde yürüdü. Sanki gökyüzü onun hüznüne ortak olmuştu. Şehir uykudayken, onun içinde fırtınalar kopuyordu. Her adımda geçmişin bir başka kapısı açılıyor, o kapıların ardında yankılanan sesler kulaklarına çarpıyordu.


“Merhaba gecem,” diye fısıldadı.


Sanki gece onu duyacakmış gibi. Sanki yıldızlar bir cevap verecekmiş gibi. Ama hiçbir yanıt gelmedi. Sadece rüzgâr, bir hatıra gibi yüzüne dokundu.


Özlemek cesaret işiydi, ama daha da cesuru, unutmayı göze alabilmekti. O bunu yapamamıştı. Belki de yapmak istememişti. Çünkü bazı hikâyeler, yarım kalsa bile tamamlanmamış gibi hissettirmezdi. Bazı insanlar, bir rüya gibi gelir ve kaybolurdu. Ama bıraktıkları his, asla silinmezdi.


O gece, yine bir rüyanın eşiğinde uyuyakaldı. Kendi olmayan rüyasında, dönmeyen ve acıtan dünyasında…


 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

“Universal Friendship” 🇮🇱

İntikamı Soğut